9 Temmuz 2015

ÜMRAN DÜŞÜNSEL İLE RÖPORTAJ, ÖMER TURAN


Yazarın Blog Sayfasında İnceleyin
ÜMRAN DÜŞÜNSEL İLE RÖPORTAJ, ÖMER TURAN

Sevgili Ümran Düşünsel, öykü kitabınız Kırık Patika birkaç ay önce Babek Yayınları’ndan çıktı. Bu kitabınızı konuşmaya geçmeden, ben sizden edebi yolculuğunuzu dinlemek istiyorum öncelikle…
Yazmaya Radyo Oyunu uyarlayarak/yazarak başladım. Üniversiteye başladığım yıl bir işe girip çalışmaya niyetlendim. Ancak okulda devam zorunluluğu vardı. Bir arkadaşım Radyo Oyunu yazıyordu ve bana da önerdi. TRT ile sözleşmeli çalışıldığından okul da aksamayacaktı ancak bir sorun vardı; yazım tekniği hakkında en ufak bilgim yoktu. Arkadaşım, kendi yazdığı bir “Arkası Yarın” dosyası tutuşturdu elime ve cahil cesaretiyle başladım yazmaya. İlk yazdığım 12 bölümlük “Arkası Yarın”ı İzmir Radyosu’na yolladım. “Psikolojik derinlik sağlanamamış,” gerekçesiyle geri çevrildi. “Demek ki diğer olması gereken özelliklerin derinliği idare edermiş,”  deyip devam ettim yazmaya. İkinci yazdığım oyun İstanbul Radyosu denetiminden geçti ve yayınlandı.
Radyo Oyunu yazmanın bana çok şey kattığını düşünüyorum. Bütün hikâyeyi diyaloglarla vermek durumundasınız. Dinleyen oyunun içine dâhil olup, gizlenerek sizi izleyebilmeli. Yani kelimeler, cümleler canlanmalı, bir başka deyişle, göstermelisiniz. O dönemde A. Turan Oflazoğlu ve Berin Cumalı dramaturgdu İstanbul Radyosu'nda ve katkılarını asla inkâr edemem.
Aralıklarla epeyce oyun yazdım ve yazılmış eserleri uyarladım radyo için. Uyarlamalar içinde, Fakir Baykurt’un Yayla, Cengiz Aytmatov’un Cemile romanları ile Selim İleri’nin Kırık Bir Aşk Hikâyesi film senaryosu, severek yaptıklarımın ilk sıralarında.
Arada hikâye ve şiir denemeleri de yaptım. Şiirlerim, 2008 yılında Yalın Ses Yayınları tarafından basıldı. Şu an baskısı tükenmiş durumda.
Son olarak da hikâyelerimin bir kısmını topladığım Kırık Patika Babek Yayın tarafından basılarak okura sunuldu.
Kırık Patika’daki öyküleri okurken sürekli hissettiğim şey: Doğanın kalbiyle değiyor olmanızdı insana. Oradaki tüm renkleri ve farklılıkları taşıyorsunuz ona. Yani insanı doğaya çağıran öyküler. Sizce insan en iyi doğada mı arınır, kötülüklerinden ya da kendinden?
Cep telefonu kulaklığıyla dolaşanlara rastlar oldum sıkça. Kullanım açısından kolaylık elbet, bu bağlamda haklılar. Her çaldığında isterlerse cevap verebiliyorlar, mesaj, e-posta geldikçe bildirim alıp anında görebiliyorlar. Birbirleriyle iletişimleri harika. Teknolojinin imkânları arttıkça doğayla irtibatları giderek azalıyor ama. Kulağında kulaklık takılı insan, ne denizin sesini, ne martı çığlığını, ne yaprağın hışırtısını, ne dala konmuş sakanın tütü çekişini, ne kedi miyavlamasını ve ne de köpek havlamasını duyabiliyor.
Özellikle şehir dışında, gürültüsüz ortamda doğanın sesi ne müthiştir. Kulak verirse bir tohumun çatlamasını dahi duyabilir insan. Doğanın kalbi güp güp atıyor ama bizler kulaklarımızı kapatmışız, duymuyoruz.
Öyle, kimseye “arınma” önerisinde bulunmak haddim değil. Yaptığım, yapmaya çalıştığım sadece “hatırlatma” olabilir. Feragat edilen güzelliği hatırlatma çabası. Derdim bu.
Doğa bizden bir adım öndeydi. Öğretti, eğitti. Öğrendiğimizde kibirlenip sırtımızı döndük ona. Allahtan kindar değil. Tüm güzelliklerini hâlâ seriyor önümüze görelim, duyalım, yazalım, anlatalım diye. İnsana elini uzatıyor bir anlamda. Doğanın güzelliklerle dolu elinin, unutanlarla buluşmasına elçilik etmek yapmaya çalıştığım.
İnsanın neresi ağrırsa canı ordadır, derler; canım doğada…
Öyküler boyunca yaşam ile ölüm arasında yakın ve titiz bir ilişki sözkonusu. Ölümü sadece insan üzerinden değil doğadaki türler ve her türlü nesneler üzerinden de sorguluyorsunuz. Ölüme bu kadar anlam yükleme ya da bir gövde biçme hali niye?
Sanırım yaşama karşı duyarlı olmanın, beş duyuyla birlikte hissetmenin edebiyata bir çeşit doğal yansıması bu durum.
Ölüm bir “gövde” olunca anlam biçilmez de ne yapılır ki? Kimin, neyin gövdesi olduğu da fark etmez hem, yaşam alanımız ortaksa eğer.
Yaşadığımız çağın tanığıyız da aynı zamanda. Çocuklarının kemiklerine razı olmuş annelerin yüzlerindeki gülmeyi unutmuş ifade, göçük altında kalmış madenci ailelerinin ağıtları, iş cinayeti kurbanlarının, üzeri gazeteyle örtülmüş cesetleri, intihar eden çocuk gelinler… Hepsinin tanığıyız ve şahitlik etmek boynumuzun borcu elbet.
İnsan evladı, özellikle son yüzyılda doğayla uyum sağlayarak yaşamak yerine doğayı kendine evirme derdine düşmüş. Bazı insanların -ki çoğunluk bunlar- DNA kodlarında hükmetmek, boyun eğdirmek güdülü arızalı fazla bir gen var galiba.
Geniş açıdan bakınca, kabataslak üç grupta değerlendiriyorum insan soyunu. İlk grup, yaşadığı gezegenin havasını, suyunu, toprağını, içindeki canlılarla birlikte doğasını ve hatta kendi soyunu dahi öldürmek, yok etmek için kodlanmış bir canlı türü sanki. İkinci grup, ilk grupla mücadele edip, engellemeye, bozduğunu onarmaya, yok ettiğini yeniden diriltmeye çalışıyor. Son grup ise dünya yansa bir kalbur samanı olmayan grup. Teknolojik desteğini giderek arttıran ilk grubun karşısında zaman zaman aciz de kalabilen ikinci grupta addediyorum kendimi. E hal böyle olunca insanın fikri neyse zikri de o oluyor. Yaşadığını, hissettiğini yazıyor insan sonuçta, ödünç alınmıyor ki yazılacaklar.
Aldığımız nefes kadar hayata, alamadığımız nefes kadar ise ölüme yakınız, bu kadar basit…
Öykülerde özgün betimlemelerle biçimsel farklılıklar oluştururken anlam bütünlüğünü de koruyorsunuz. Yoğun bir toplumsal gerçeği lirik bir anlatımla sunuyorsunuz okura. Çok ince bir çizgidir bu, abartıya kaçma riski de taşır her zaman. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Hikayelerin bir ruhu var. O ruhu yakalayıp olduğu gibi aktarınca ayrıca bir biçim yaratmaya gerek kalmıyor. Zaten bünyesi iğretiliği, fazlalıkları kaldırmıyor, sırıtıveriyor hemen. Kendi diliyle o ruhu aktarmayı becerebilmişse insan, denge kendiliğinden oluşuyor zaten.
Kırık Patika dil ve biçim açısından şiire çok yakın. Hatta birçok cümle birer şiir dizesi. İmgesel anlatımlar yoğun ve dikkat çekici. Öykülerinizde böylesi bir dili oluştururken klasik öykü okurundan tepki gelebileceğini ya da ilgileri dışı kalabileceğini hiç düşündünüz mü? Yoksa şiir okuru mu önceliğiniz?
Sondan başlayayım: Hiç düşünmedim. Çünkü okuru kategorize etmek anlamına gelir böyle düşünmek. Bütün olarak bakıyorum kendimi de dahil ederek.
Kırık Patika, dil ve biçim açısından şiire yakın olsun diye özel bir çaba/kaygı da taşımadım. Yazarken kendi dilimi kullandım sadece. Gürültüyü ve lüzumsuz kalabalığı reddeden bir yapım var. Hayatımın her alanına yansıdığı gibi yazdıklarıma da yansıyor galiba. Hikâye bittikten, demini de aldıktan sonra elime alıp fazlalıklardan ayıklamaya, kristalize etmeye çalışıyorum. Şiir de çer çöp kaldırmaz malum. Benzetilmesi bundandır belki de. Felsefi açıdan her şey kendisidir. Hikâye hikâyedir, şiir de şiir.
İmgesel anlatımlara gelince… İmge, düş gücünü dürtüklüyor, harekete geçiriyor. Düşlerin de filtresi yok henüz, icat edilmedi. Yazarın imgenin arkasına sakladığı/içine gömdüğü anlamla örtüşmese bile kendi yüklediği anlam hoş geliyor okuyana. Üstünde düşündüğü, kafa yorduğu için kalıcı oluyor. Yerleşikleşiyor. İzlenmiş güzel bir sinema filmi misâli. Olmadık yerde ve zamanda hatta uykuda kendisini hatırlatan bir eski zaman türküsü misâli.
Sonuçta her kitap okurunu buluyor.
Meselâ, tam tersine Çehov da yalınlığı tercih etmiş, imge, dolaylı anlatımdan kaçınmıştı ama hikâyeleri hâlâ etkileyici ve zevkle okunuyor.
Günümüzde kısa öykü bir hayli revaçta. Hatta kısa öykü yayımlayan dergiler de var. Bu tarzın hem dünyada hem de Türkiye’de yoğun olmasa da bir geçmişi var. Hızlı tüketim çağının okuru uzun metinlere fazla yönelmiyor. Bu açıdan bakınca kısa öykünün parlak bir geleceği var, diyebiliyor musunuz?
Kısa hikâyeyi ben sadece hızlı tüketim çağıyla bağdaştıramıyorum niyeyse.
Daha dün “duman”la haberleşiyorduk bugün uzaya yerleşme planları yapılıyor. Her şey bu kadar hızla değişirken öykü de şekil değiştirecek, kendini yenileyecek elbet.
“Kısa hikâye hemen her şeyi kapsayan bir konuma geldi. Durum, epizot, karakter, anlatı. Sonuç olarak kısa hikâye her insanın kendi yeteneğine göre yeni biçimler vereceği bir tür oldu” der, Ellery Sedgewick, kısa hikâyenin son geldiği durum hakkında. Yürekten katıldığım bir tanım.
Bazı fotoğraflarda arka plan fludur. Öne çıkartılması tercih edilen obje nettir yalnızca. Kısa hikâyeyi o net olan objeye benzetiyorum işte. Flu olan arka planı okurun inisiyatifine bırakıyorum. Dilerse müdahil olup altını üstünü düş gücüyle canlandırmaya çalışır, dilerse de kısa haliyle yetinir. Bir okur olarak ben çok keyif alıyorum öncesini sonrasını kurgulamaktan şahsen. Usta Çehov bağışlasın, çünkü o “Kısa hikâyede başlangıç ve son önemli değildir,”der.
Bu arada, aklıma gelmişken; her kısa hikâye potansiyel bir uzun hikâye aynı zamanda. Ama her uzun hikâye kısa hikâye olamıyor ne yazık ki. Kalbinin varlığı gerekiyor, atan bir kalp. Kan pompalayacak damarlara. Okur, kanın ana arterlerden kılcal damarlar aracılığıyla uzun hikâyeye varabileceğini hissedecek.
Ayrıca, kısa hikâye her zaman “minimal ya da küçürek hikâye” anlamına da gelmiyor tabi. Bildiğiniz gibi, bu tanım icat olmadan yüz elli yıl önce de vardı kısa hikâye. Kısa öykünün kökeni 19. yüzyıla, Gogol ve Poe’ya dayanır.
Şu açıdan geleceğinin parlak olduğunu düşünüyorum: H. E. Bates, “Kısa öykü sinematik etkilere yakındır,” der.  Hatta A. E. Coppard, kısa hikâye ve sinemanın aynı sanat dalının dışa vurumları olduğunu vurgulayarak bir adım daha öteye gider. Önü açık yani…
Gördüğüm kadarıyla Ümran Düşünsel belki çok yazıyor ama yayımlama anlamında biraz ketum. Gündelik telaşlar içinde edebiyata fazla zaman mı kalmıyor, yoksa bu bilinçli bir seçim mi?  Başka şeyler mi ya da?
Gündelik telaşlar ancak okumamı etkiliyor yazmamı değil. Çünkü yazmak illa ki masanın başına oturup kâğıda, ya da Word sayfasına yazmak değil. Çok yazdığım doğru. Kafamda sürekli hikâyelerle dolaşıp duruyorum, önce orda yazılıyor, kurgulanıyor. Yazmaya oturduğumda nerdeyse tamamlanmış oluyor.  Sonrası daha çok zamanımı alıyor galiba. Masa başı işçiliği kısmı. Bazen de kısa notlar alıyorum, bir hikâyenin kalbi olacak notlar. Onlar üzerinde çalışmak da çok keyifli oluyor.
Evde, genellikle mutfak masasında çalışıyorum. Yazarken kalkıp ocağa yemek koyabiliyor ya da kedilerin kumunu değiştirebiliyorum. Bunları yaparken kafamda devam ediyor yazma eylemi. “Kesintisiz yazma hali” diyorum ben duruma. Hâmilelik gibi bir şey. Farkı bebeği karnında değil kafasında taşıyor insan ve bir de doğum hikâye bittiğinde gerçekleşiyor, dokuz ay on gün sonra değil.
Hiç uyumadan işe gittiğim günler oluyor ama asla şikâyetçi değilim.
Dediğiniz gibi yayınlama konusunda ketum olduğum söylenebilir. Çünkü fazla titizleniyorum.
Son olarak Ümran Düşünsel’in varsa yeni projelerini ve düşlerini öğrenmek istiyorum.
İkinci hikâye kitabım olacak “Ay Portakal”ını yayına hazırlıyorum bu aralar. Son okuma ve editleme aşamasındayım. Kapak resmini sevgili Berna Erözkan çiziyor. Hoş olacak.
Sonra, "Kimse Yüreğinden Öptü mü Seni” adlı şiir kitabımın ikinci baskısını yapmayı düşünüyorum çift dilli olarak. Bu kez Türkçe ve Zazakî Kürtçesinde olsun istiyorum. Çünkü katı biçimde yasaklanan Kürtçe yüzünden çok acılar çekildi. Dilleri yasaklanan insanlar sustu! Örtülere işledi dilini nakış olarak. Serçelerle konuştu onların dilinde. Ciddi biçimde sarstı bu yasak beni ve hatta sırf bu yüzden öğrenmek için kursa bile başladım. Zazakî, dezavantajlı durumundan dolayı çok daha beter etkilendi diğer lehçelere göre. Bu dile çevrilmiş ve yayınlanmış hikâyelerim var. Şiirlerimin de bu dilde yayınlanmasını çok istiyorum.
Nasipse, gelecek yıl yazmayı planladığım bir de roman var. (Bu sürprizdi.)
Hikâye hep olacak ama.
Düşlerime gelince… Hangi birini anlatayım bilemedim şimdi. Birini yazsam diğerinin hatırı kalacak. Hepsini deseniz uzayıp gidecek. İyisi mi ben gerçekleştikçe paylaşayım.

Ömer Turan


Pazartesi, 01 Haziran 2015 

http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/olum-bir-govde-olunca-anlam-bicilmez-de-ne-yapilir-ki-118292




Hiç yorum yok :