Çok sık karşılaştığım
bir soru: Gerçek adın Mehmet Bozkurt olduğu halde neden “Şerif Erginbay”
adıyla yazıyorsun? Sanırım yanıtı tam olarak duygularımı dillendiremesem
de alttaki yazıda:
....................................................
Zeki Erginbay, 23 Ocak 1977 günü
Şişli-Osmanbey’de çalıştığı İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nden
çıkışında güpegündüz kaçırıldı. 2 Şubat 1977 günü Şile yolu üzerinde cesedi
bulundu. Cesedin incelenmesinden sol göğsünde bir kurşun yarası ve vücudunun
çeşitli yerlerinde işkence izleri tespit edildi. 12 Mart 1971’de Dev-Genç ve
THKP-C davalarından yargılanan Zeki Erginbay Kurtuluş Hareketi’nin 1976’dan
sonra İstanbul’da örgütlenmesinde önemli katkıları olan militan bir
devrimciydi.
....................................................
“… Hapishane, tutukevi, demir parmaklıklar,
sıkı yönetim, fakülte [İnşaat Mühendisliği], dergi [Teknik Güç], zulüm,
tabanca, bıçak, işkence, ölüm, morg, mezarlık, otopsi… Kısa süren bir ömrün
hızla çevrilen sayfaları. Bu yaşam öyküsü 1970′ler Türkiye’sinin kesitidir.
Zeki ve Zeki’ler ölürlerken yaşamın utancı toplumun yüzüne yansımaz mı?
Gerçekte hepimiz öleceğiz. Yaşamın anlamını her sevdiğimizin ölümünde biraz
daha anlayıp algılayarak. Yaşamın anlamı nedir? Tutukevi midir? Demir parmaklık
mıdır? İşkencehane midir? Faşistlerce kaçırılıp öldürülmek midir? Aşık olmak
mıdır? Sözlüsüne doğru dürüst kavuşamadan otopsi masasına yatırılmak mıdır?
Yoksa tümü birden midir? Tüm devrimci mirasın zehir zakkum tadını baldıran
şerbeti gibi içmek midir? Zeki gibi yaşarsa insan, bin yıllık insanlık sürecini
otuz yaşına varmadan özümser mi? Şu dakikada bilemem. Yazının şu satırlarına
vardığımda, bildiğim, içime çöken sızıdır. ‘Zeki’nin ölümü üstüne yazıyorum.
Şimdi tek gerçek bu. Ama Zeki’nin ölümünde nice doğumların özü oluşuyor. Bir
gerçek bu. Bu gerçek, Zeki Erginbay’ın ölümünden daha evrensel bir gerçektir.
Zeki yaşarken biliyordu bunu. Bilmese seçer miydi seçtiği yolu; ölür müydü öldüğü
gibi…” İlhan SELÇUK 11.02.1977
* * *
O günlerin acısı, hüznü, öfkesi ve hengamesi
içinde bu yazıyı okumuş muydum? Şu an pek emin değilim. Ama ortaokul
yıllarımdan beri şiir heveslisiydim ve giderek güncel iklimin duygularını daha
çok yansıtmaya, görev aşkıyla, emeği ve mücadeleyi yüceltmeye adanan acemice de
olsa ‘bizce’ anlamlı şiir olanın ardından koşmaya devam ediyordum. Soyadımın
güne göre keskin, antipatik ideolojik anlamı, günün illegalite abartısı vb.
nedenlerle kendime mahlas arıyordum. Zeki Erginbay üstüne abilerimizin yaptığı
konuşmalardan karakter ve fizik olarak bana yakıştıranlardan sonra kendime
Erginbay soyadını seçtim. Bu bir tür vefa, süreklilik, adını yaşatmak vb.
karmaşık duyguların sonucuydu. “Şerif” ise daha özel arkadaşlığımız olan başka
bir kaybımızın adıydı..
ZEKİ ERGİNBAY
Ad bir çiçektir, derdi köyün bilge kadını:
Yaşlı, okumasız yazmasız, dağların ırmakların belleği!
İlk gençliğim yolunu ararken portakal
bahçelerinde içilen şaraplarda, meydanlarda omuz omuza, örgüt evlerinde okunan
kitaplarda, sabahsız sigaralarda çaylarda; senin işkence izleri ve kurşun
yarasıyla örselenmiş cansız bedenin 2 Şubat 1977’de bir çığ gibi düştü üstümüze
Zeki Erginbay!
Bir çiçek adın dünyanın yaşında. Her eksik
yaşam alınmamış bir intikamdır hayattan; ölümün borcunu üstüme aldım, adını
adıma. Alındım üstüme üstüme dünyanın karanlığını, hoyratlığını gecelerin ve
güneşli günler umuduyla yeşerdim.
Yeniden öğrendim:
Ad bir çiçektir kalbin üstüne.
ŞERİF ERGİNBAY
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder